Mitoloji

[Mitoloji][bleft]

Türk Tarihi

[Türk Tarihi][twocolumns]

Anadolu Merkezli Dünya Tarihi - Din

Din


Tarih içinde hislerin gelişmesine şöyle bir göz atarken, felsefi düşüncenin gelişmesine de sıra gelmiş olmalı. Ancak, buna geçmeden önce, beynin çalışma biçiminin bir noktasına değinmek gerekecektir. Homo sapiensi, diğer canlılardan ayıran en temel özelliği olan, hayal gücü üretebilen beyni, durmadan düşünüyordu. Neden, niçin, bu ne demek, nasıl olur... Sorular, sorular ve bilinmeyenler. İnsanın ayrıcalığı olan soyut düşünme yetisi, hem onun en büyük yardımcısıydı ve hem de onun en büyük derdiydi. Psikolojik huzur için, beyin huzuru şarttır. Beyin ise, ancak çözüm bulup, karar ürettikçe huzur buluyordu. Huzur bulan bir beynin, üretici niteliği azalıyordu, ama psikolojik dinginlik artıyordu. Beyin karar üretip, o konudaki faaliyetini durdurmak istiyordu. Veya aynı şey olan, beyin bir olayı kabullenip rahat etmek istiyordu. Beynin, insanları iten bu tavrı ile içinde yaşadığı doğayı gözlemleyen insanın, çözemediği, bilemediği, anlayamadığı olayları, benzetmelerle ve kabuller ile bir sisteme oturtması kaçınılmazdı. Ve öyle de oldu, insan dini yarattı ve ona sarıldı. Artık dinin konusu olan manevi dünya, yaşadığı maddi dünyaya paralel olarak yaşanıyordu. Böylece, olaylar iki dünyada birden var olmaya başladılar. Çözümsüzlükler ortadan kalkmıştı. İnsanın kendi eli ile kurduğu manevi dünya, maddi dünyanın sorunlarını yanıtlıyordu. Hem de doğa ile uyum içinde yanıtlıyordu.

Avcı ve toplayıcı, Homo sapiensin dini Şamanizm’dir. Almanya’nın Schwaebisch Alb bölgesinde, aralarında bundan 32.000 yıl önceye dayanan eserlerin de olduğu, mamut dişinden yontulmuş hayvan tasvirleri ve minik insan heykelcikleri bulunmuştur. Aralarında uçmakta olan bir yaban ördeğini tasvir eden ilk kuş heykelciğinin de bulunduğu bu heykelcikler birer sanat harikasıdır. Bu eserler bize hem, baştan beri vurguladığımız hayal gücünün ilk insanlarda ne denli geliştiğini gösterirken, diğer taraftan da ilk dine ait, yani Şamanizm’e ait, bir geleneği de yansıtmaktadır. 2,5 cm boyundaki, insan heykelciğinin başı, bir vahşi hayvanın, kuvvetli olasılıkla ile vahşi bir parsın başıdır. Bu bir Şamanlık belirtisidir. İlerde göçebe toplumu ele alırken, Şamanizm’den teferruatlı olarak bahsedeceğiz. İlerde anlatılacak olan Şamanizm iyice gelişmiş bir yapıya ve bir sürü teferruata sahiptir. Şamanizm’e varana kadar, insanın felsefi yaklaşımının ilk evreleri, oldukça basit olmalıdır. Ancak, yine de içinde ilerde varacağı aşamanın tohumlarını taşımalıdır.

Çevresini olduğu gibi algılayan Homo erektusun bile bazı hayvanların, Homo erektuslara olan üstünlüklerini fark etmemiş olmaları düşünülemez. Çoğu vahşi hayvanlar, bizden daha güçlü, daha hızlı, daha çevik ve daha beceriklidirler. Algılama görme, duyma, koku alma duyguları bizden daha gelişmiştir. Bu nedenle hayvanlara hayran olunur, gıpta edilir. Ama hayvan gibi olabilme isteği, Homo sapiensle ortaya çıkmıştır. Hayal gücü olmayan durumda, bir şeye benzeme isteği de olmaz. Homo sapiensin ilk günlerinde, Homo ergasterden miras kalan, bazı hayvanlara karşı duyulan hayranlık, o hayvanlara benzeme isteğine dönüşmüş olmalıdır. Bu istek, bazı hayvanları idol haline getirmiştir. Bu idol hayvanlara karşı hem korku ve hem de sevgi duyulur. İşte, o gün bu gündür, her dinde, hem korku ve hem de sevgi vardır. Yine hayvanların iyileri, yani insana yardım edenleri ve kötüleri, yani insana zararı dokunanları veya dokunabilecek olanları vardır. İyi ve kötü kavramı da, o günden beri, gelişecek ve her dinde ana çelişki olarak var olacaktır. Hayvanlara duyulan gıptanın, hayvanların idol haline gelmesinin, daha bir din gibi algılanması pek mümkün değildi. İnsanların kendilerini hayvanlarla özleştirme isteği, dine giden yolda bir adımdı ama yeterli değildi. Şimdi ağır ağır manevi dünyanın nasıl oluşmuş olabileceğine bir göz atalım.

Canlılarda beyin ortaya çıkmaya başladığından beri, rüya da ortaya çıkmıştır. Bugün, rüyanın, beynin bir iç işlemi, bilgileri yerleştirme ve ilişiklendirme işlemi olduğunu bilmemize rağmen, hala çok sayıda insan rüyada başka manalar aramaktadır. Canlıların büyük bir kısmı ve tüm memeliler rüya görürler. Homo ergaster de rüya gördü. Gördüğü rüyalardan korkmuş, sevinmiş olabilir. Ancak, o rüyalar ile maddi dünyayı birbirinden ayıramazdı. Sanırız, gördüğü rüyaları hakikat sanmıştır. Ve tam ne olup bittiğini de anlayamamıştır. Ama Homo sapiensin hayal gücü işe karışınca, ortaya iki dünya çıktı. Birincisi gündüz yaşanan maddi dünyaydı. Diğeri gece uykuda ulaşılabilen, sonra izi kalmayan bir başka dünya veya bir başka yaşamdı. Biz bu ikincisine manevi dünya diyelim. Ama gece görülen rüyaların, gündüz yaşananlar ile bir ilintisi vardı, maddi ve manevi dünya iç içeydi. Ama rüyada görülen pek çok şey, maddi dünyada gerçekleşemeyecek olaylardı. O zaman, manevi dünya, maddi dünyadan daha kapsamlı, daha kuvvetliydi. Böylece, gece uykuda görülen rüyaların, ilk insanları çok derinden etkilediği bellidir. Yazının bulunmasından sonra ele geçen belgeler, insanların, rüya ile duyu organlarımızla algılayabildiğimiz dünyanın dışı arasında, kurdukları bağlantıları belgelemektedir. Gelecekte olabilecek olayları, yaşam ve ölüm hakkındaki kehanetleri, bu dünyada yapamadıkları eylemleri, ölülerle veya insan dışı varlıklar ile yapılabilen konuşmaları ile rüya âlemi manevi dünyaya açılan bir kapıdır. Böylece, avcı toplum aşamasındaki insan maddi ve manevi dünya ayrımına varmıştır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, manevi dünyanın keşfi, insanı çok rahatlatmıştır. Artık cevapsız soruların, bu dünyaya ait olmayan cevaplarını bulmak mümkündü. Nedeni anlaşılamayan olayların, bu dünyaya ait olmayan bir nedeni vardı. Manevi dünya huzur veriyor ve beyni rahatlatıyordu.

Homo sapiens, rüyasında ölen yakınlarını ve sevdiklerini görüyordu, demek onlar yaşıyorlardı. Bu dünyadan gidince, öbür dünyadan da gidilmiş olmuyordu. Öbür dünyada hep vardınız. Öbür dünyadan geliyordunuz, kısa bir süre bu dünyada yaşayıp, tekrar öbür dünyaya dönüyordunuz. Mademki, varlığınız devam ediyordu, o zaman, size duyulan saygının, bağlılığın devam etmesi bir mana kazanıyordu. Homo sapiens ölülerini gömmeye başladı. Ölü gömme törenleri düzenlemeye başladı. Bu törenler, kişiyi bu dünyadan öbür dünyaya geçirme törenleriydi. Ölünün yapacağı seyahati kolaylaştırmak ve onun yanında olduklarını belirtmek için yapılıyordu. Çekilen acılar, geçici bir ayrılığın acılarıydı. Törenlerde esasen sevinç vardı, ölen hesabına duyulan sevinç dile getiriliyordu. Ölen asıl olması gereken yere gidiyordu, sevdiklerine, ailesine kavuşmaya gidiyordu. Ne mutlu idi ölene, bu dünyadan gidene.

İlk insanlar, ölenin cesedinin hemen bozulduğunu ve zamanla yok olduğunu gözlemlemişlerdir. İnsan vücudunun en dayanıklı olan ve ölüme en fazla direnen kısmı ise kemikleriydi. Böylece kemiğin bu dünya ile öbür dünya arasında bir köprü oluşturabileceği düşünüldü. Ve daha ilerde göreceğimiz gibi, kemik özel bir anlam kazandı. Bu dünyada vücudumuz ile yaşıyorduk. Yaralanıyor, hastalanıyor, acı çekiyorduk. Vücudumuz acının kaynağı idi. Ölünce vücut çürüyordu. Vücut bu dünyada kalıyor, öbür tarafa gitmiyordu. O zaman giden ne idi. Ortaya ruh fikri çıktı. Bu kavram ikilemi ve sorunları çözdü. Ruh hep vardı, hiç ölmüyor, hep yaşıyordu. Ruhu olmayan bir vücut hiç bir işe yaramıyordu. Yaşamak için, ruhun vücuda girmesi şarttı. Ölümde ise, ruh vücudu terk edip, gitmesi gereken yere gidiyordu.

Bu kadar birikim bir araya geldiğinde, artık din oluşabilirdi ve oluştu. Korku ile sevgi, iyi ile kötü, maddi dünya ile manevi dünya, beden ile ruh, bütün bunlar hayvanlara duyulan hayranlıkla birleşince, ortaya ilk din motifleri çıkmaya başladı. Her ailenin koruyucu bir hayvanı oldu. Klanlar kendilerine hayvan totemler seçtiler. Hayvana tapınmak, Şamanizm’in bir ilk şekli olarak, insan yaşamındaki yerini almaya başladı.

Din ve dini ayinler ortaya çıktıkça, bunları yönetecek birilerinin de ortaya çıkması kaçınılmazdı. İlk Şamanlar, gönüllü olarak, din adamlığının bu ilk denemelerine başladılar. Şamanlar ortaya çıkınca, dinin daha hızlı ilerlemesi ve sistemleşmesi mümkün oldu. Vaktinin büyük bir kısmını dini işlere ayıran insanların, daha fazla kutsal kavramlar üretmesi kaçınılmazdı. Din gelişmeye başladı, din adamı (Şaman), özelleşmeye başladı. Ancak, Şamanın beslenmesine katkıda bulunulması gerekiyordu. Aile Şamana armağanlar vermeye başladı. İşte bu nokta, insan gelişmesinin en önemli adımlarından biridir. Şaman, emek vermeden veya emeğini fazla harcamadan, besleniyordu ve hatta kazanıyordu. Böylece, sınıflı toplumun ilk çekirdeği atılmış oldu. Din adamı ve klanın geri kalanı birbirinden ayrıldı. Bu, aynı zamanda sömürünün ilk temellerinin de ortaya çıkışıydı. Din adamı, klanca beslenmeye başlandı. Şamanın ortaya çıkmasıyla maddi kuvvetin karşısında manevi bir güç de yer almaya başladı. Önderlik kime aitti: aile reisine mi yoksa şamana mı? Buradan maddi ve manevi otoritenin birleşmesi fikri çıktı. Çelişki, maddi ve manevi otorite tek elde toplanınca çözülüyordu. Otorite şekil değiştirmişti. Artık, otorite için sadece fiziksel güç yetmiyordu. Otoritenin kendisi bir kurum oldu. Ve bundan, ilerde, şefler, daha sonra da, krallar çıkacaktı.

Dinin ortaya çıkmasına ve hayvan Tanrıların din içinde yerini almasına paralel olarak, ama bir adım geriden, semanın manevileşmesi ve gökyüzünün manevi bir değer kazanması oluşmuş olmalıdır. Güneşin insanları daha baştan beri derinden etkilemiş olması kaçınılmazdır. Her şeyden önce şafak, güneşin doğuşu, düşler âleminden uyanmak, bu dünyaya dönmek demektir. Gecenin korkuları ve gizemleri ışık tarafından dağıtılır. Işık hep yukarıdan gelir, hafiftir, içimizi ısıtır, etrafı bize gösterir. Işığın kılavuzluk yapması ise, daha en ilkel canlılardan beri, bilinen, içimize işlemiş bir bilgidir. İlk canlıların yaptığı ilk hareket besini bulmak için ışığı takip etmektir.

Üzerine basılan toprak, yani dünya ise, yerçekimi nedeniyle ağırdır. Ayağın kaydığında, ağaçtan, uçurumdan düşersin. Dünya seni içine çeker. Ve içine giren, daha sonra oradan çıkamaz. Toprak, dünyanın içi, karanlıktır. Işık ve karanlık, yukarısı ve aşağısı, yer göstericilik (kılavuzluk) ve kayboluş, güven ve korku, tüm bu kutuplaşmalar insan düşüncesinin kurucu ilkeleri olmuşlardır.


Ay ve gökyüzünün gece görüntüsü, yıldızlar ve Samanyolu da, daha en baştan itibaren merak ve derin bir etki kaynağı oluşturmuş olmalıdır. İçlerinde, Ay’ın, Dünya’ya ve üzerinde yaşayanlara, içimizdeki gelgitlere gerçek ve fiziksel bir etkisi söz konusudur. Bu etki önce bilinçaltı ile yani ilk canlıdan beri bize miras kalan özümlenmiş bilgiyle, daha sonra da bilinçli olarak kavranılmıştır. Ayın döngüsü ile kadınların regl olması halinin çakışması, insan yaşamını fiziksel olarak belirleyen bir durumdur ve merakla gözlemlenmiş bir tuhaflıktır. Manevi dünya ile insan yaşamı arasında bir ilişki olduğu kavramı, ayın evrelerindeki gücün kavranmasından temellenmiş olabilir. Ayın yok olması ve sonra tekrar dirilmesi mucizesi, kurtlar, köpekler, tilkiler, çakalların uluması ile de gözler önüne serilmektedir.

Gecenin karanlığında, bu buğulu, gümüşi, güzel yıldızlar arasında kendisine yol bulur, bulutların içinden geçer, düşsel bir görüntü verir. Sanırız, insanın düşsel yapısının belirlenmesinde Ay Güneş’ten daha etkili olmuştur. Güneş doğunca, güneşin ışığı etrafı aydınlattıkça, yıldızlar, gecenin sesleri, gecenin erotik havası, mucizevî rüyalar hepsi silinip gider.

Cinsiyetin ve cinsi davranışların, ilk insanın mantık düzeninin kurulmasında önemli bir rol oynadığı bellidir. Doğum ana rahminden olur. Bunun, evrenin kökeni olarak, rahimden doğuş imgesine yol açması normaldir. Öncesinde yapılan cinsel birleşme ise ayinleştirilecek kadar önemlidir. Ölüm ise toprakta, dünyada, karanlıkta son bulur. Ama ana rahmi de karanlıktır. Karanlıktan gelip, karanlığa gidiş, karanlıkta bilinmeyen bir güç olduğu izlenimini verir. Ölüm ve yeniden doğum fikri buradan gelir. Doğuran ve besleyen anne çok önemlidir. Avcılıkta hayvan sürüleri, ana rahminden çıkıp, beslenmemiz için bize yollanmışlardır. Çiftçiler için ise, tohum toprakta yani annenin içinde yetişir. Tarlaların sürülmesi ve tohumun ekilmesi babalık yapmak, tohumun büyümesi ise doğumdur. Dünyayı anne olarak ve gömülmeyi de anne rahmine yeniden dönüş olarak algılayan görüş çok eski olmalıdır.


Doğan çocuk annenin göğsünde mutlu olur. Meme emen çocukla anne arasındaki ilişki ortak yaşam ilişkisidir. Meme, az ilerde göreceğimiz gibi bir taraftan seksüel bir çağrışım yaparken, diğer taraftan beslenme ve doğumla olan ilişkisi nedeniyle doğurganlığın ve de üremenin de sembolü haline gelmiştir. Anne memesindeki bebeğin güven duygusu artar. Bu ise aile içindeki güvenin gelişmesine ve paylaşılmasına katkıda bulunur. Hele, sütü olan aile bireylerinin, kendi doğurup doğurmadığına bakmaksızın, yavruları beslemesi, yani sütanneliği, bu güven duygusunu iyice arttırır. Aile içi dayanışmayı da en üst noktalara çeker. Kadın, rahmi ve memesi ile aile içinde özel bir konuma ulaşır. Manevi duygularla bütünleşir. Dinin bir parçası haline gelir. İlerde bu konuya tekrar değineceğiz. Ama bu aşamada bile Anadolu’nun ana Tanrıçasının bol memeli bir kadın olmasına kimse şaşmamalıdır.
Post A Comment
  • Blogger Comment using Blogger
  • Facebook Comment using Facebook
  • Disqus Comment using Disqus

Hiç yorum yok :


Dinler Tarihi

[Dinler Tarihi][bsummary]

Antik Tarih

[Antik Tarih][list]

Video

[Video][threecolumns]

Dünya Tarihi

[Dünya Tarihi][grids]